Sevgi dolu mutlu, huzurlu günler dileklerimle selamlar, sevgiler efenim.
Bu sabah o kadar çok üşüdüm ki elim bir anda kombinin düğmesine gitti ve kendimi o sıcak peteklerin güvenli kollarında buluverdim.
Daha çok erken diyebilirsiniz ama gerçekten gece boyu yağan yoğun yağmur soğuğu da yanında getirerek büyük ve dondurucu bir kış geçireceğimiz hissini verdi bana.
-Bir yerlere kar yağmış onun soğuğu bu.
Diye düşünmeden edemedim. Böyle durumlarda kendimi bir bilge gibi hissediyorum nedense. :))))
Romatizma ağrılarımın da artması cabası üstelik.
Önceki kış ard arda 5 kere geçirdiğim grip yüzünden çok sıkıntılar çekince, geçen kış olduğu gibi bu kış da grip aşısı olayım diyordum ki eczanenin vitrininde yazan "Grip aşısı geldi!!!..." yazısını görünce bir anda sanki yeni bir buluş yapmışım gibi "-Yaa grip aşısı mevsimi geldiiii... Gidip yaptırsana!..." Dedim kendime.
Kendini beğenmiş bir tavırla girdim eczaneye grip aşısı almak istiyorum dedim.
Amacım alıp gidip karşıdaki hastanede yaptırmaktı.
Eczacı ben de yapabilirim aşınızı diyince doğrusu çok hoşuma gitti. Şimdi hastaneye git, derdini anlat, aşını yaptır falan filan durur muyum hemen yaptırdım.
Aşıdan sonra -Bana noolacak şimdi? Sorusunu sormayaydım iyiydi.
:)))))))
A-a eczacının içine bir anda ilkokul öğretmeni kaçtı sanki:
-Aşının amacı nedir? diye sordu.
Ben öğretmenine cevap veremeyen o anda başka şeylerle ilgilenen bir öğrenci gibi -Nedir? diye soran gözlerle yüzüne baktım.
Eczacımız devam etti.
-Sizi biraz hasta edecek vücudunuzda hastalığa karşı duyarlı savaşçıları oluşturup daha sonraki mikroplara karşı dirençli olmanızı sağlayacak dedi.
" Hadi yaaaa...
Ben onu mu dedim? Allah Allah?
Geçen sene yaptırdığım grip aşısından sonra ben biraz hasta falan olmadım dolayısıyla bildiğim tanıştığım bir savaşçım falan olmadı bu sene de öyle mi olacak demek istedim..."
:))))))))))))
Bunları tabii örtmenimin pardon eczacının karşısında demedim ama eve gelince de sinir oldum kendi kendime.
:////
"Beyfendi beyfendiiiii ben de biliyorum aşının amacını!!!...
Üstelik sen doğmadan yirmi yıl önce öğrenmiştim ben bunu..."
Ohhh rahatladım şimdi.
***
Dün kış hazırlığımı yaptım nasıl mı?
Kalın kazakları, pijamaları, çorapları falan daha göz önüne çıkardım.
Malum artık güneşimiz büyük bir nazla çıkacak ortalığa.
Güneşin yakıcı sıcağını engellemek amaçlı pencerelere taktığım koyu renk güneşlikleri tembellik etmeyip çıkarmalıyım hemen.
Veee en son olarak da çantamdaki güneş gözlüğü kutusunu çıkarıp vestiyerdeki yerine kaldırmalıyım.
Bu seneki tatil hevesimi, parmak arası terliklerimi, mayo, havlu, şapka ve plaj çantamı zaten kaldırmıştım ortadan.
Kısmet seneye bakalım.
Bugün kuzucuuuumun okulunun ilk günü hayırlı uğurlu olsun bebişim.
Senin de diplomanı görürüz inşallah...
***
:)))))
Sabah sabah kolumdaki ağırlığın ne olduğunu merak ederken, boğazım da yanmaya başlayınca savaşçılarımın yavaş yavaş oluşmaya başladığını anladım.
Bugün tanışırız sanırım.
:P
Heppimizeeeeee.
Sağlıklı günler dilerim.
***
Çok bayıla bayıla dinlediğim "Dünyadan Sesler"
Albümünden güzel bir şarkı seçelim şimdi.
Morphine...
"Rope On Fire..."
Diyor dinleyelim çok güzel.
Bu albümü herkese tavsiye ederim dinleyin efenim...
Herşeyin gönlümüzce olduğu güzel günler hepimizin olsun.
Blogumun başına geçtim Sahrap Soysal' ın programını açtım dinliyorum.
Konuğu Ahmet Ümit' le birlikte çok güzel ikramlar hazırlıyorlar ve sohbet harika.
Ahmet Ümit' in güzel sohbeti, anlatımları, içine edebiyatı da kattığı muhteşem fikirleri.
Antep yemekleri eşliğinde dinliyorum...
Beni etkileyen cümleler arasında en çok dikkatimi çekense:
"Yemek yemeyi seven insan mutludur...
Nasıl savaşır ki?
Nasıl can yakar ki?
.........Yemek evrenseldir bu yemek doğulu, bu yemek batılı, bu yemek Arap, bu yemek Ermeni, bu yemek Kürt, bu yemek Türk denmez hepsi de lezzet ve mutlulukla, afiyetle yenir..."
Oldu.
Hakikaten kültürünü yaymaya çalışan
"Yöresel olmadan, evrensel olamazsın..."
Sözüyle bir kez daha kendini ispatlayan bir yazar.
Ahmet Ümit
:)
Tabii bu kadar yemekten bahsedilir de mutfağa gidip sofrayı hazırlamazsam olmaz.
:)
Acıktıııım bi kahvaltımı yapayım çay demlendi nasılsa.
Çok güzel yeşillikler içinde bir park düşünün çok geniş alana kurulmuş.
Ağaçların özellikle çam ağaçlarının çoğunlukta olduğu, düzgünce oval şekilde budandığı,
bölümlerin bile ağaç ve yeşilliklerle oluşturulduğu güzel bir park.
Mis gibi çiçek kokuları gelir heryerden. Topladığımız papatyalardan ördüğümüz taçlarımız başımızda oradan oraya koşar elimizdeki peynir ve ekmeği yerken bile türlü hareketlerle yerinde duramayan çocukluk yıllarımız...
Kavak ağaçlarının dallarına kurulmuş salıncaklardan güneşle göz göze gelmeye çalıştığımız zamanlar...
O zamanlar ki başımızın bir karış üstünde kavak yellerinin estiği unutulmaz çocukluk günlerimiz.
Elimize aldığımız dondurmamız erimeden hızlı hızlı yiyelim derken bir anda bitivermesinin hüznüyle sağa sola bakakaldığımız günler.
İlkbahar başladığında Hıdrellez günleri ayrı bir şenlik olurdu.
Bütün aileler hazırladıkları yiyeceklerini arabalara doldurur bu güzel parka giderdi.
Biz de giderdik.
Çocuk olmanın verdiği tüm yaramazlık, şımarıklık ve neşe üstümüzde olurdu.
Oynadığımız topumuzun patlamasına aldırmadan küçücük kalmış haliyle bile devam ederdik en çok da yakan top güzel oynanırdı o patlamış topla çünkü sağa sola yönelmez direk hedefi vururdu.
:)
Minik güzel kedilerin oradan oraya yuvarlandığı, çam ağaçlarının serin serin esintiyle ortama mis gibi koku yaydığı bir ortam.
Mangal yakılır, evden hazırlanan tüm yiyecekler ortalığa çıkarılır bir kaç masa birleştirilir büyük bir zevkle yenirdi.
Kalabalık gidilen, topluca hazırlanan sofralardı herkesin birbirini sevdiği, saydığı eşsiz sofralardı bunlar...
Bu arada merkezi sistemle parkın her tarafındaki direklere tutturulmuş eski cızırtılı hoparlörlerden gelen Ferdi Tayfur şarkıları bu parkı çınlatırdı.
Dün akşam tesadüfen duydum Ferdi Tayfur' un şarkısını.
Gözlerimi kapatıp bir anda o parka gittim
ve Ferdi Tayfur' un şarkılarını yeniden, yeniden dinledim.
:)
Doya doya eğlendiğimiz, mutlu günlerimizin güzel şarkıları o zamanlar pek severek dinlememiştim itiraf edeyim ama şimdi anılarımın da katkısıyla biraz daha farklı bir gözle bakıp dinlemeye çalışıyorum...
Güzel oldu bu tesadüf bazen tesadüfler işe yarıyor...
:))))
Bir başka hatırlama konusuyla yeniden görüşmek üzere sevgiler efenim...
Heykel üzerinde çalışmaya Suadiye’deki atölyesinde devam eden Seval Şahin, çalışma sürecini şöyle anlattı:
“Çalışmama başlamadan önce Tombili’nin yaşadığı mahalleye gittim ve zaman geçirdim. Çevre sakinleri ile Tombili hakkında sohbet ettim. Özellikle onu besleyen kasapla sohbet etmek bambaşka oldu. Meşhur pozunu verdiği kaldırımın ölçülerini aldıktan sonra teknik eksiklerimi tamamlayarak bir an önce atölyemde çalışmalara başladım. Tombili’nin heykeli için ilk üç gece hiç uyumadan çalıştım. Atölyemde sabahlayarak Tombili’nin en ince detaylarını yansıtmaya gayret gösterdim. Hareketinden tutun, kas yapılarına, hatta tüylerine varıncaya dek özenli bir çalışma gerçekleştirdim. İnternette var olan fotoğrafları çok yetersizdi ve tek açılıydı. Anatomik yapısını oluştururken çok zorlandım. Fazlasıyla karakteristik bir hareketti. Komşu atölyemin kedisi Badem, bu aşamada bana modellik yaptı. Badem’de oldukça kilolu bir kedidir. Badem’i, Tombili’nin pozisyonlarına sokarak heykelin altyapısını oluşturdum. 10 gündür aralıksız çalışıyorum. Kadıköylülerin yoğun talebi ve sokak hayvanlarına gösterdikleri bu ilgiden sonra bir an evvel heykeli bitirebilmek için geceli gündüzlü çalışıyorum.”
Aslına bakarsanız çok sevdiğim bir alan değil antikacılık.
Antika eşyalarla aynı evde bulunmak, yaşamak, kokusunu ciğerlerimde hissetmek çok hoş duygular vermez bana.
Bu sabah Fatma arkadaşımın retweetlediği bir cümle üzerine bir anda aklıma düştü.
Cümle şöyleydi.
"Her ayın ilk pazar günü düzenlenen Ayrancı Antika Pazarı hala kuruluyor mu?"
Biraz araştırdım ve evet kuruluyormuş.
Ben de hazırlanıp hemen gittim.
Dediğim gibi yaşamayı değil ama seyretmeyi çok severim.
Sanki bi rüya alemine dalmış gibiydim pazarda...
Ne yoktu ki?
Küçüklüğümüzün şahidi parçalar mı ararsınız, ya da annemizin anlattığı iğneli gazocağı mı?
Ottan suya diye anlatılır ya aynen öyleydi.
Bu fotoğrafladığım kısım belki de yüzde biridir ancak.
Doğrusu biraz fotoğraflarken çekingen davrandım gizli, gizli çektim sanki ne olacaksa?
Bi Japonlar kadar olamadım herşeyi, herşeyi fotoğraflıyorlar.
Bir yanda organik ürünler pazarı, bir yanda antika pazarı.
İşin gerçeği antika pazarında dolaşanlar olarak organik pazarla pek ilgilenmedik.
:)
Ve evet artık fotoğraflara geçelim.
Teşekkürler Fatma Hanımcım bana bu güzel günü hatırlattığın için.
***
Her köşeden ayrı bir nostaljik şarkı sesi geliyordu.
Neşe Karaböcek...
"Dertler Benimmm, Çile Benimmm..."
Diyordu derinden derinden...
Gramafonların güzelliği çok havalıdır.
Nasıl da mağrur ve tepeden bakarlar insana...
Bu fotoğraf makineleri ilk çıktığı zamanlar ne kadar havalıydı kimbilir?
Otomatik telefonlar; nasıl haberler iletildi sizinle hııı anlatın bakiiim?
Kaneviçeleri işlemişler kullanmışlar şimdi pazardalar.
Terazi sen herşeyi doğru tarttın mı bakiim?
Pazarda beni en çok etkileyenlerden biri de siyah-beyaz fotoğrafların çokluğu.
Hiç düşünmemiştim sahipsiz fotoğraflara bakakaldım.
Topluluklar, kahvaltı masaları, düğünler, dans eden bir çift, saçları yüksek topuz yapılmış dizlerinde etek boyu olan elbiseli kadınlar...
Saçları biryantinli, rugan ayakkabılı, takım elbisesinin duble paçaları hemen hemen ayak bileklerinde, ince kravatlı beyler...
Kiminin adı yazıyordu, kiminde de imzalar vardı. Bilmem kimime hatıramdır diyen imzalar...
Biraz duygu yoğunluğu yaşamadım değil.
Bu da pinokyo bisiklet benim bundan da vardı.
:)))...
Daktilo nasıl bir mekanik sesin vardı senin çat, çat diye...
O günlerin teknolojisine göre plakların ses netliği hep hayranlık uyandırmıştır bende...
Yine bir aile fotoğrafı sahip çıkacak kimsesi kalmamış sanki.
Umarım satın alanlar onlara iyi bakar.
Yüzlerce hikaye çıkar bu fotoğraflardaki insanlardan hatta senaryo.
Amaaaan bilemedim yaa fotoğraflar ilgimi o kadar çok çekti ki duygusallaşmamak elde değil.
Sanırım fotoğraf konusunda hassaslığım üstümde.
Dikiş seti her evin ihtiyacı, düğme kutusu, iğnedanlık bizim dikiş makinamızın yakınlarında olurdu mutlaka.
Büyük bir boy aynası...
"Ayna ayna söyle bana" diyen kimler vardı acaba?
24 Mayıs 1960 tarihli Telgraf Gazetesi.
Haberlerde pek bi değişiklik yok gibi.
Bir gün önce 6 kişi boğulmuş mesela.
Ama bir haber dikkatimi çekti:
İstanbul'da Bahar ve Çiçek Bayramı kutlaması yapılıyormuş o zamanlar.
4 Haziranda başlayacakmış.
Çiçek arabaları geçit töreni düzenleyeceklermiş.
Ne kadar güzel oluyordu kimbilir?
Bu sağdaki bavuldan bizim vardı.
Aynı renkteydi sanırım. Bir de yeşili vardı.
Aaaa çekilin bu benim bisikletim diyesim geldi gerçekten de bunun aynısıydı üstündeki sepeti bile böyleydi. Üç tekerli bisikletime binip hızlı gidicem diye ne çok burun üstü çakılmıştım oysa.
:)))))))...
Yaşlı bir teyze şu vazoya bi bakiiim diyordu.
Sanırım gençliğini, geçmişini, güzel anılarını arıyordu vazonun güzelliğinde :)
Ya da ben böyle düşünmek istedim.
:))
Daha geçtiğimiz hafta içinde uğradığım Optik te çalışan arkadaş bana Zenith' in gözlük camlarının çok kaliteli olduğunu söylemişti. Ben Zenith markasının dikiş makinası ve saat markası olduğunu biliyordum ama düdüklü tencere olduğunu bilmiyordum. Biraz karizmasını yitirdi gözlük camı markası olarak ben yine Zeiss yaptıriiim bari.
Tıpkı yıllar yıllar önce siyah-beyaz tv mizin bozulan tüpü değişirken markasının Nokia olduğunu gördüğüm gibi.
Değişime nasıl da ayak uydurmuşlar.
:)
Pikaplar, müzik dolapları nasıl da sessizce uzaklaşıvermiş yanımızdan?
Su şişesi ve dış sepeti ilgimi çekti bu köşede de...
***
Dediğim gibi çekingenliğim olmasaydı daha çoook çekerdim fotoğraflarını.
Antika halılar, mobilyalar, kaplar kacaklar, şişeler, pul koleksiyonları.
Kısacası ne ararsak vardı pazarda.
Gelecek ay yeniden gitmeyi planlıyorum bunun kadar zevkli olmaz biliyorum.