20 Eylül 2013 Cuma

Dücane Cündioğlu - Yaz Soğuğu


İnsanın içinden dışarıya sessiz haykırışı... Yalvarışı belkide... :.(

Neredeyse hiç secdeden kalkmazken alnım, niçin bir kez bile sesini duymam? Günler, geceler... Asırlardır adı dudaklarımdan düşmediği halde neden bir defa da ben onun adımı andığını işitmem?
Niçin bir tek kelime bile etmez, niçin daima susar? Niçin hep bu kadar uzakta durur da yakınıma gelmez? Niçin başımı okşamaz, niçin bir kez olsun konuğum olmayı kabul etmez? Niçin bir kez bile yüzüme bakmaz, bir kez bile yüzyüze konuşmaya razı olmaz?
Küs müdür acaba bu yetimine?
İyi ama niçin küssün bana?
Kadir olan, Rahman olan o, ben değilim.
Ben ki sade mahrum olanım.
Ben ki bir tek yazgısı yalnızlık olanım.
Ben ki ben diye işaret edecek bir benden bile mahrum olanım.
Merhamete muhtaç olan o değil, benim.
Rahmet ve şefkati, lütuf ve ihsanı isteyen benim, vaad edense o!
Kulluğumda kusurlarım, ibadetlerimde eksiklerim var, o sebeple mi ses vermiyor acep?
O nedenle mi benimle konuşmuyor?
Bu yüzden mi hep uzakta duruyor, bu yüzden mi bir sabah bile kapımı tıklayıp merhaba demiyor?
Sevgili niçin küssün bana, ben sevgimi hiç kazaya bırakmadım ki! Bir an bile ondan fariğ olmadım ki!
Karanlığın arttığı zamanlarda bile sevgili yüzüme hiç çirkin görünmedi ki?
Derdim de bu ya, sevgili bana hiç görünmedi ki!
Belki de kızgın. Belki de öfkeli.
İyi ama ben mahrum olduğumu hissediyorum, mağdur olduğumu değil.
Mağdur olsam mağrur olurdum, o takdirde yolunu da gözlemezdim.
Kahrettiğine inansaydım kahrederdim, kahr edemesem isyan ederdim. İnkâr ederdim. Belki çekinir, belki korkar, korkudan iman bile ederdim. Hiç değilse kahrının karşısına sabrımı çıkarırdım. Kanaat eder, eldekiyle yetinir, inlemezdim.
Benim sabrım yok ki! Ne gücüm var, ne kudretim, ne de artık beklemeye tâkatim. Bitmişim, tükenmişim, silinmişim. Hep iken hiç olmuşum.
Bilmem, niçin uzakta duruyor, niçin kapımın önünden bile geçmiyor?
Acaba şehirdeyim diye mi?
Şehrin gürültüsü yüzünden çığlıklarımı duymuyor olabilir mi?
Benimle hep asırlar öncesinden konuşmayı tercih etmesinin sebebi bu mu?
Her yakarışımda hep bin yaşındaki yaşlı velîlerini göndermesinin?
Yüzlerce tarîkin tam da ortasında beni öylece bırakmasının?
Ey sevgili, anlamıyorum, kendi evinde bile konuşmaktan kaçınıp kürsüyü başkalarına bırakıyorsun. Tekkelerde dahî görenlerin değil bilenlerin dedikodu yapmalarına ses çıkarmıyorsun. Bir zamanlar seçerdin, artık seçmiyorsun. Halvethâneni bile kalabalıklarla dolduruyorsun.
Bilirim, şah damarımdan yakınsın, yine de evine çağırıyorsun ama evime gelmiyorsun. Kalbime.
Lütfen duymazlıktan gelme, kullarının senin adını anarak delik deşik etmelerine izin verdiğin o güçsüz yüreğime.
Onu sana işaret eden ne bulduysam onunla doldurdum diye mi?
Susma, söyle ey sevgili, şehirdeyim, şehirliyim diye mi?
Yine bir ara sokakta kayboldum diye mi?
İstiklâl caddesini teşrif etmez mi melâike?
O karanlık sokakları, sinemaları, barları, kafeleri, yardımına ihtiyacı olan bîçare günâhkâr kulları, ama asıl âşıkları, gerçek mahrumları, bir de yetimleri, yoksulları, aman, yanlış anlama sakın, paradan puldan değil, semâdan yoksunları.
Semadan, yani senden, yani ümitten.
Susma konuş ey sevgili, kendimi kaybedince niçin seni kaybetmiş oluyorum? 
Niçin, kendime yaklaştıkça senden uzaklaşmakla cezalanıyorum.
Sırf, bir kez olsun cemalini göreyim, diye yalvardığı için dağlardan taşlardan aşağılara yuvarladın kulun Musa’yı. Haddi aşmanın bedeli miydi şu meşhur لن تراني ?
Söyle bileyim, cemâline iştiyakım var diye mi saklanıyorsun benden?
Haddi aştım diye mi? 
Belki de kapında sıraya girenlerle birlikte sıraya girmedim diye mi? 
Seni bir tek kendime saklamak istedim diye mi?

Devamı...

Hiç yorum yok: