Sabah sabah hoş bir hikaye buldum...
Sokaktan Geçen Kadın
Soluk, güzel yüzlü bir kadındı. Sarı denecek kadar açık, berrak gözlerinin kenarlarında dost, arkadaş, ahbap bir ifade vardı. Her hoşuma giden yüze gözlerimi açarak bakarım. Gözlerimdeki bozukluğu doktora göstermiş değilim. Kadını geçtikten sonra bile düşünmeme sebep bana acır gibi bakması oldu. “Ah bu gözlerim,” dedim… Gözlerime daha bir takım ağır lâflar edeceğimi sanıyordum. Birdenbire kafamda başka düğmeler çevrildi. Başka ışıklar yandı. Gerilere doğru sürüklendiğimi hissettim. Hızla çevriliyor(d)um. Gençliğimin bir kısmını geçirdiğim bir kasaba gözümde canlanıverdi:
Kasabanın belli başlı âilelerinden birinin oğlu iyi arkadaşımdı. Uzun seneler ecnebi mekteplerde okumuş, lisan, giyinmek, yaşamak, konuşmak öğrenmiş, şimdi kasabaya dönmüş, kömür pazarındaki dükkânına kapanmıştı. Önce – daha doğrusu benimle ahbaplığı ilerlettiği sıralar – içinde bir ihtilâl havası esmiş, âile denen ipi bir sıçrayışta aşmak arzusu içinde çırpınmış, yapamamıştı. İki sene hitamında yazıhanesinde şişmanlamış, uyuşmuş kalmıştı. Çuvallar da gelip gitmese hali nice olurdu bilmem… Aile; günen güne ağırlaşan, günden güne içine kapanıp kararan ve şişmanlayan genci harekete getirmek için ne edeceklerini bilemiyorlardı. Çuvallar İstanbul’a gidiyor, İstanbul’dan sandıklar geliyor, kasa para doluyordu. Amma genç adam para ile ne yapılabileceğini bile unutmuştu. Haftada bir gün içtiği dört kadeh rakının bile onu derin uykusundan uyandırmadığını sezen tüccar peder gece rüyasında mı gördü, yoksa hekimlere mi danıştı. Yoksa âile bir araya toplanarak birbirlerine fikir mi eklediler, burası meçhul, çünkü bu ailede bu fikri tek başına bulacak adam yoktu. O evde düşünülmez, yenilir, içilir, hesap yapılır ve uyunurdu. Bu fikir oğlanı evlendirmekti.
Bir yazıhane düşünün: Camları tozlu, defterlerini sinekler kirletmiş olsun. Kasa defterinin kenarındaki mürekkep tam dört seneliktir. Takvim yedi buçuk aydır kopmamıştır... Her şey; kasa üstündeki kalın siyah cildler, onun yanı başındaki pres, mektup kopyasının ince yapraklı kalın defteri yaz öğlesinin veya tepeleme doldurulmuş mangalın uykusuna teslim olmuştur. Sandalyelerin oturacak yerindeki soluk minderler, mihveri etrafında dönmeye dönmeye döner olduğu unutulmuş koltuk. Her şey, yahut hiçbir şey, hattâ evlenme fikri bile bizim minderleşmiş ve koltuklaşmış arkadaşı uykusundan uyandırmamıştı. Bir defa düşünmüş, fikir kendisine yabancı gelmemiş, çabucak bir yatak kokusu, bir kadın hayali, bir terlik, bir pijama, bir pudra ve lâvanta kokusu duymuş, içi öylesine ezilmişti ki ben evlenirsem ne ederim diye düşünüp kalmıştı. Düşünüp kalmıştı dediğime bakıp da düşünme denilen şeyin hareketi, yırtıcılığı hatırınıza gelmesin. Evlenirsem ne yaparım? demiş uyuya kalmıştı. Onu bu uykusundan o zamana kadar bir yazıhaneye girmemiş bir böcek uyandırdı. Bu bir eşek arısı idi. Küçük yazıhanenin içinde büyük bir tayyare gürültüsü duymuştu. Çıkacak delik arayan arı deliler gibi idi. Daha doğrusu deli tayyareciler gibi idi. Onu mahmur gözlerile takipten yorulan bizimki, arıdan iki milyon beş yüz yetmiş bin defa büyük olduğu halde elini bile oynatamayışını hayra yormadı. Hemen evlenirsem ne yaparım fikri tekrar kafasına çömeliverdi. Tam yirmi sekiz gün düşündü. Yirmi dokuzuncu gün işin içinden düşünmekle çıkamayacağını anlamıştı. Evlenince ne yapacağını tecrübeye koyuldu. Netice kötü çıktı. Evlenince terliklerini bile giyemeyeceğini anlamıştı. Şişman vücudundaki yağlı sular iki ayda eriyip gitmiştiler. Tam on yedi kilo kaybetmişti. Üzüntüsünü kasabanın her zengin evine baba dostu alark da sokulan bir doktora açtı...
Nihayet İstanbul’a kapağı attı. Tedavi şehri İstanbul’du. Barlara, meyhanelere, lokantalara, plâjlara, muayenehanesinde garip garip elektrik cihazları bulunan doktorlara gitti. Hayır, evlenince terliklerini giyemeyecekti. Bu kararı doktorlardan evvel kendisi vermişti. Fazla üzülmedi. Yalnız eskisi gibi yemek yiyememekle kendini gösteren bu üzüntü bir ay sonra müthiş iştiha ile sona erdi. Yeniden şişmanladı. Şişmanlayınca üzüntü rovelveri de dolmuştu. İçine herkes gibi olamamak utancı doldu. Kafasında bir ihtilâldir başladı. Bu ihtilâli şarap, rakı, kumar ve uykusuzlukla bastırmağa çalışmak ne demektir bilirsiniz. Yangına körükle gitmek, ateşe benzin sıkmak.
Dünyalar kadar para harcadı. Derdini önüne gelene döktü. Utanmadı, sıkılmadı. Doktorlarla kahpe kadınlar canına okudular oğlanın. Faydasız.
Bir akşam barların birinde Lâmia’ya rastlamıştı. Demin sokakta gördüğüm o Lâmia idi işte. Derdini ona da döktü. Ona bol para harcamak istedi. Lâmia, sükûnetten harekete, hareketten sükûnete, zayıflıktan şişmanlığa ve şişmanlıktan zayıflığa gidip gelirken üzüntülü ve mahzun bir yüz bağlamış olan bizim oğlanı seviverdi. Para bile harcatmadı. Arkadaşım bu dertten kurtulursa kendisiyle evleneceğini Lâmia’ya yemin billâhlarla vadetti. Lâmia bu vaitlere bir taraftan “Boş ver!” derken öte taraftan hafifçe inandı. Bir buçuk sene beraber yaşadılar. Arkadaşım kaçıncı ayın hitamında terliklerini giydi bilmiyorum. Fakat bir buçuk sene sonra herkes gibi bir erkek olmuştu. Harbin ilk senesinde 1940 senesinin şubat ayında Park Otel’de ... kasabası eşrafından ... beyin mahdumu ... beyle Doktor ... beyin kızının nikâhları kıyıldı. İşte biraz evvel görüp tanıyamadığım Lâmia da yüz üstü bırakıldı.
Şimdi Lâmia’ya sırtı sıra hergün rastlıyorum. Uzun boyunu arkadan seyre dalıyor, bazı aile saadetlerinin banisi olduğunu düşünüyor, şimdi bizim kasabanın milyonluk bir adamı olan eski arkadaşımın, büyük balkonlu evinin önüne bir bronz Lâmia heykeli neden dikmediğini kendi kendime soruyorum.
Salon, No. 31, 1 Şubat 1949
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder